Atatürk'ün Hayali
Ferhat Kalukçu
-Atatürk’le birlikte Diyarbakır ile diğer illerimizde bir geziye çıktık. Bu gezide Dersim de vardı.. Oraya ikinci kez gidiyordum.
Yol boyunca Atatürk durmadan sigara içerek geçtiğimiz topraklara dalgın dalgın baktı. Zaman zaman alnında kırışıklar oluşuyordu. Bir şeylere üzüldüğü, bir şeylere sıkıldığı her halinden anlaşılıyordu. Âdeti böyleydi, düşünür, düşünür sonunda birden karşısındakine açılırdı. Diyarbakır'dan Elazığ'a geçtik. Fertek'te bir köprü yapılmış, onun açılışını bizzat Atatürk yapacakmış. Harekâttan sonra kendisi de buraya ilk defa geliyordu. Kentlerden, ilçelerden, köylerden akın akın insanlar gelmişti.. Büyük bir coşku ile Ata'yı alkışlıyor, ellerini öpüyorlardı. Çocukların ellerinde kâğıt bayraklar vardı.. Ama ayaklarında ayakkabı, üstlerinde doğru dürüst bir giysileri yoktu.. Buna karşın ateş gibiydiler. Hepsinin gözlerinden zekâ fışkırıyordu. Paşa bu çocuklarla büyüklerden daha fazla ilgilendi. Onlarla konuştu, yanaklarını okşadı, okula gidip gitmediklerini sordu. Biri, «Daha burada okul yok!» deyince, derhal yanındakilere emir verdi: «İki ay sonra burada okulun açıldığını tedrisata başlanmış olduğunu bana bildireceksiniz!»
Yaşlı bir köylü, Atatürk'ün karşısında hiç kıpırdamadan, sanki hazır ol vaziyetinde bir asker gibi duruyordu. Onun bu hali Paşa'nın dikkatini çekmişti. Yanına giderek : «Bir derdin mi var?» diye sordu. Beriki derin bir nefes alarak : «Var Paşam!.» dedi. Ve sonra aralarında şu konuşma geçti:
«Nedir derdin? Yol mu, su mu, elektrik mi, okul mu, tren mi?»
«Hiçbiri değil.. Ömür varsa, para varsa yol yapılır, okul yapılır, tren gelir, su gelir, elektrik gelir..»
«Peki o halde?»
«Ama bir daha kolay kolay Mustafa Kemal Paşa gelmez bu memlekete..»
Herkes dikkat kesilmiş bu konuşmayı izliyordu.
Köylü devam etti :
«Biz namert insanlar değiliz Paşam.. Biz nankör insanlar da değiliz.. Ama gaflete geldik.. Ben mi gaflete geldim? Haşa!. Benim gibiler gaflete gelir mi hiç! Ben ve daha pek çok Dersim'li Türkiye'nin selameti için, yabancı boyunduruğundan kurtulmamız için senin emrin üzerine silaha sarıldık.. Bu topraklar hepimizin Paşam.. Ama kendini bilmez üç beş kişi çıkıp, yine kendini bilmez cahilleri kandırarak buraların adını lekelemek istediler.. Bizi bağışlamazsan, kahrımızdan öleceğiz Paşam..»
Atatürk elini ihtiyarın omzuna koydu bir asker arkadaşı ile, bir cephe arkadaşı ile bir kader arkadaşı karşılaşmış gibi. Sakin bir sesle şöyle konuştu:
«Bu yaşına rağmen dağlardan, tepelerden aşıp buraya beni görmeye, bana bu hissiyatını söylemeye geldiğin için sana teşekkür ederim silah arkadaşım! Hatasız kul olmaz diye bir söz vardır.. Birkaç kişinin hata yapması ile bu hataya uzaktan yakından ortak olmamışları bir tutamayız. Sizler bizim kanımızdansınız, bizim insanlarımızsınız, bu toprakların insanısınız.. Geçmişteki ufak tefek hataları, küçük ve manasız davranışları unutmaya mecburuz. Kin beslememeye, kardeşliğimizi sürdürmeye mecburuz.. Ben Dersim'lilerin ve bura yöre halkının nasıl temiz, nasıl asil duygulu, nasıl vatanperver olduklarını yakinen bilirim. Sizlerin böyle hareketlere asla katılmamış olduğunuzdan da haberim var.. Biz bir milletiz, hepimiz bir milletiz. Buradan başka gidecek Türkiye'miz yok.. Bunu bilir, bunu idrak edersek bizi ne içerden, ne de dışardan kimse bölemez...»
İhtiyar bu sözlerden sonra arkasında duran koçu kendi elleri ile kurban ederken gözlerinden pıtrak gibi yaşlar kurbanın kanına karışarak toprağı suluyordu.
Törenden sonra Atatürk bana buralarda hangi dağ ve hangi sırtlarda uçuş yaptığımı sordu. Ben de bunları teker teker gösterdim kendisine. Yavaşça mırıldandı : «Munzırlar pek haşindir.. Çok dağlıktır bu arazi.. Bilirim.. Allah sizleri bilginiz sayesinde korumuş olacak.. Zira buralarda uçuş yapmak çok tehlikeli olsa gerek.. Üstelik aldığınız görevin durumu bakımından, mümkün olduğu kadar da alçalmaya mecburdunuz.. İhtiyarın sözlerini kulaklarınla duydun değil mi Gökçen? Bunu Ankara'ya döndüğümüzde herkese bizzat senin anlatmanı istiyorum.. Tarihte benzeri çok görülmüştür, yangın çıkarmak isteyenler önce bu yangında kendileri yanıp kül olurlar.. Bu yöre halkı gerçekten de çok temiz insanlardır. Bizimle birlikte savaşmışlardır. Onları lekelemeye kimsenin hakkı yoktur..»
Malatya'dan sonra geri dönerken cesaretimi toplayarak kendisine şu soruyu sordum. «Buralara gelirken çok düşünceli ve çok üzgündünüz. Büyük, göz alabildiğine uzanan toprak parçalarına bakıp bakıp zincirleme sigara içtiniz.. Affınıza sığınarak bunun nedenini sorabilir miyim?» Yüzüme dikkatle baktıktan sonra beklediğim ve umduğum gibi bütün içini döküverdi:
«İnsan ömrü yapılacak işlerin azameti karşısında çok cüce kalıyor Gökçen.Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum.Ekilmiş tarlalar,düzgün yollar,elektrikle donanmış köyler,küçük fakat canlı tertemiz sağlıklı insanların yaşayabileceği evler…Büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum,Gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların yüzleri sararmamalı, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum. İstanbul'da ne medeniyet varsa, Ankara'ya ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, İzmir'i nasıl mamur kılıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum. Ve bunu en çok ama çok yapmak istiyorum. Dedim ya, insan ömrü çok büyük işleri başarabilecek kadar uzun değil. Mamur olmalı Türkiye'nin her bir tarafı, müreffeh olmalı..." ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun demek yok benim kitabımda. geleceği, geleceğin Türkiye’sini geleceğin halkını düşünmek benim görevim... bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz... bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek gerek.” *
Bu insan daha yaşamalıydı. haksızlıkların en büyüğü erken ölmesidir.